Renkler
Yazan: İ. Hakkı SUNAT
(SUNAT, İ. Hakkı, Müsamere Piyesleri, 65-79)
Oynayanlar: Altuğ-Yeşim-Maviş-Sarıca-Karaca-Akgün
(Sahnede, rol bölümü tablosunda görülen düzene göre konmuş altı küçük masa ve birer sandalye vardır.
Oynayanlar gene bu dizilişe göre “Altuğ, Yeşim, Maviş önde, ötekiler arka planda” yerlerine oturmuşlardır. Hepsi de yumruklarını şakaklarına destek yapmış, düşünmektedirler. Bunlar, okulun en iyi resim yapan çocuklarıdır.
Dünya çocuk günü dolayısıyla yabancı bir memleketin çocuklarına gönderilmek üzere bir tablo yapmak için okul müdürü tarafından görevlendirilmişlerdir.
Her biri sevdiği renkten bir elbise giyen, yahut yakasına o renkten büyükçe bir rozet iliştiren küçük ressamlar, perde açıldığı halde o duruşlarını bozmazlar, bir dakika kadar konuşmazlar.)
ALTUĞ: – (Sessizliğini bozar.) İşin yoksa akşama kadar düşün… Kâğıt hazır, fırça hazır… Çeşit çeşit boyalarımız da var. Var ama ortada bir karar yok…
YEŞİM: – İşin zor tarafı da o ya… Yapılacak resmin konusunu seçmek. Öyle bir konu seçmeliyiz ki her bakımdan beğenilsin…
SARICA: – (Ayağa kalkar sorar.) Arkadaşlar! Yapacağımız resmi nereye gönderecekler. Başka okullarda seçilen ve beğenilen resimler de öteki
Yabancı memleketlere gidecekmiş.
AKGÜN: – Büyüklerimiz bunu çok iyi düşünmüşler. Dünya Çocuk Günü, birçok ulusların birbirlerini tanımalarına, kaynaşmalarına yol açacak… Acaba bize hangi memleketten resim gelecek.
MAVİŞ: – Öğretmenler odasında… Sınıfın yoklama defterini götürmüştüm. Bütün öğretmenler masaya eğilmişler, bir şeye bakıyorlardı.
Bizim öğretmen:
– İsviçre’nin bir ilkokulundan gelmiş bu resim. Çocuklarımızın hazırlayacakları resmi biz de onlara göndereceğiz. diyordu.
Başımı uzattım, ben de baktım. Hani İsviçre’nin Giyom Tell adında milli bir kahramanı var ya… İşte o, yayını gelmiş; karşıda bir ağaç dibinde duran sevgili çocuğunun başındaki elmaya nişan almış…
ALTUĞ: – Haa, bunun hikâyesi okuma kitabımızda da var.
SARICA: – Ben de okudum onu…
MAVİŞ: – Hepimiz biliyoruz. Konusu da şöyleydi galiba. İsviçre toprakları bir zamanlar düşman işgaline uğrar. Vatansever İsviçreliler buna çok üzülürler.
Düşman tarafın Valisi halka eziyet ederek onları yıldırmak ister. Şehrin en büyük meydanına uzun bir direk dikilir. Valinin bir şapkası da bu direğin tepesine asılır. O meydandan geçen İsviçreliler bu şapkayı selamlamaya zorlanır…
Halkın pek çoğu, düşman Valisinin şapkasını selamlamamak için o meydandan geçmez olurlar…
Günlerden bir gün Giyom Tell’in o alandan geçeceği tutar. Oğlu ile birlikte şapkayı selamlamadan oradan geçerler. Geçerler ama, düşman gözcüleri de baba-oğlu yakalarlar.
Giyom Tell şapkayı selamlamamak için ayak diretince Valiye haber uçururlar. Öfkesinden küplere binen Vali atına biner, oraya gelir.
ALTUĞ: – Dur Maviş, sen yoruldun. Gerisini ben anlatayım… Vali, Giyom Tell’in ok atmada usta olduğunu öğrenir ve haince bir plan düşünür.
Çocuğu bir ağaç dibine gönderir, başına da bir elma koydurur. Giyom Tell’e:
– Elmayı bir okla vuramazsan sana ölüm, der. Cesur adam ok torbasından iki ok çeker, alır. Birini yayına takar ve yüz adım ötede sabırla bekleyen oğluna nişan alır.
Çocuk, babasının üstün nişancılığına güvenmektedir. Ok vınlar. Elmayı delip ağaca saplanır.
Sonra Giyom Tell’e sorarlar:
– Yanına 2 ok almıştın. İkincisini ne yapacaktın?
Giyom Tell:
– Birinci ok oğlumu öldürseydi ikinci okla Valiyi vuracaktım. Yanıtını verir.
MAVİŞ: – Resim de öyle güzel ki, İsviçre’li çocukların başarısına hayran oldum…
AKGÜN: – Aferin onlara… Mademki resim gelmiş. Bizden de acele isterler… Haydi sözü bırakalım da yapacağımız resmi düşünelim…
ALTUĞ: – Sabahtan beri düşünüyorum. Aklıma bir türlü uygun bir konu gelmiyor…
KARACA: – (Ayağa kalkar.) Ben buldum…
ÖTEKİLER: – Ne buldun?
KARACA: – Konu buldum…
ALTUĞ: – Anlat şunu da, arpacı kumruları gibi düşünmekten kurtulalım.
KARACA: – Yemyeşil çayırda bir koyun sürüsü otluyor… Çoban uyuyakalmış. Kurt da sürüye dalmış. Kuzuları paralarken çoban uyanıyor, korkusundan donakalıyor.
AKGÜN: – Böyle bayağı konularla yabancılar ilgilenmez.
KARACA: – (Kızar) Bayağı mı dedin?
AKGÜN: – Kızma arkadaş. Böyle olaylar her memlekette sık sık olur. Orda da çobanlar vardır. Orda da sürülere kurtlar dalar…
Bizim yapacağımız resim bambaşka bir şey olmalı… Yabancılar ona bir bakışta yurdumuzdaki milli ruhu da görmeli. İsviçreli çocukların aklına kurtla koyun gelemez miydi? Onların resmini daha görmeden bile konusuyla ne kadar ilgilendik? O milletin vatanseverliği, özgürlüğe bağlılığı, cesareti hemen zihnimizde canlandı.
YEŞİM: – Akgün kardeşim, şöyle öne gel de söylediklerini biz de duyalım.
AKGÜN: – (Öne doğru yürür.) Demek istediğin şu: Yabancı ülkelere göndereceğimiz tablo, Türkiye’deki devrimlerin bir örneği, yahut Mehmetçik’in al kanıyla yoğrulmuş bu topraklarda temeli atılan Cumhuriyet Türkiye’sini canlandırmalı.
Türkleri ve Türkiye’yi tanıtmak için payımıza düşen bu fırsatın değeri çok büyüktür.
ALTUĞ: – Ben de senin fikrindeyim Akgün…
MAVİŞ: – Evet, bu fikir fena değil…
SARICA: – Fena değil ama, onu kâğıdın üzerine dökmek hüner…
ALTUĞ: – Arkadaşlar, daha fazla düşünürsek geç kalacağız. Öğretmenimiz nerdeyse gelir:
“Hazır mı?” diye sorar. Zaten o da bize konu hakkında gerekenleri söylemişti.
(Karaca’ya alaylı gözle bakarak.) Öyle kurtla koyun, çayırla çoban yok.
KARACA: – Siz bana karışmayın. Ben istediğimi çizerim.
(Hepsi kâğıtlara eğilir. Bir şeyler çizmeye başlarlar.)
ALTUĞ: – (Hatırlamış gibi) Haa, çocuklar, al rengi çok kullanalım. Miniminilerin ellerinde al bayraklar dalgalansın… Bir bayram sabahı canlandıralım ki ufuklarda kırmızı şafaklar söksün…
YEŞİM: – (Altuğ’a) Peki ama, yeşil renge neden yer vermeyelim? Tabiatın güzelliğini tablomuzda neden tam göstermeyelim?